Rivayetler Kitabı / Kalplerin Keşfi

Hasan El-Basri’den rivayetle, Ebu Hureyre’den rivayetle, İbrahim el-Havvas’dan rivayetle, Selman’ı Farisi’den rivayetle, Cüneyd-i Bağdadi’den rivayetle...

''Kalplerin Keşfi'' Kitabının mantığı bu tip rivayetlerin derlenmesinden meydana gelmiş: ‘’Hasan der ki, Mücahit der ki’’ gibi…

Rivayetin sözlük anlamı;

1.       Söylenti

2.       Bir olay, bir haber veya sözü nakletme

İsmi ‘’Kalplerin Keşfi’’ olan bir kitaptan ne bekliyordum ondan da emin değilim. Gazali’nin okuduğum ilk kitabında, (Tefekkür, Düşünmenin Fazileti) yine kimi rivayetlere başvuruyorsa da en azından kendi düşüncesine ilişkin bir şeyler elde edebiliyordum. Bu kitapta aynı sonuca ulaşmak hayli güç…

Gazali düşünmeyi/tefekkürü ‘’birinci makam ve ikinci makam’’ diye ayırıyordu. Kendisine göre tefekkürde en üst makam birinci makamdı şöyle diyordu:

‘’Kul, Allah’ın zatı, sıfatları ve isimlerinin manaları üzerinde düşünüp tefekküre dalmalıdır. Tefekkürün bu yönü yasaklanan ya da men olunan yönüdür.’’

Ardından Abdullah b. Abbas’tan bir rivayet taşıyordu;

‘’Bir cemaat, Aziz ve Celil olan Yüce Allah’ın zatı hakkında düşünmeye/tefekküre başladılar da, bunun üzerine Hazreti Peygamber şöyle buyurdu: Allah'ın yarattığı varlıklar hakkında düşünün/tefekküre dalın. Ancak Allah'ın zatı hakkında tefekküre dalmayın/düşünmeyin. Çünkü siz gerçekten gereğince Allah'ı Takdir edemezsiniz.''

Sonrasında akıl denen terazinin bunun altından kalkamayacağını söylüyordu: ‘’Oraya göz atmaya sıddıklar dışında kimse cesaret edemez ve üstelik buna da güç yetiremezler. Diğer taraftan Sıddık denilen ve özü sözü bir olan samimi Müslümanlar bile bu noktada uzun uzadıya odaklanamazlar. Çünkü onların güçleri bile belli bir noktaya kadardır’’ diyordu. Gazalinin önerisi, ‘’kulun üzerine düşenin öncelikle kendi bedenini düşünerek yaratılmışlığını ve Allah’ın varlığının delillerini doğada, mekânda, denizlerde ve göklerde aramasıydı.

Peki, Allah’ı bu şekilde tasdik ederek anlayalım diyoruz ardından ‘’Kalplerin Keşfi’’ kitabına bakıyoruz. ‘’Sayfa 176 'da Dünyayı Terk Etmek, Onu Kötülemek’’  başlığında karşımıza şöyle bir şey çıkıyor:

''Rivayete göre peygamberimiz bir gün yolda yürürken bir koyun leşine rastlar, yanındakilere; ‘bu koyun leşine, sahibinin önem vermediğini kabul eder misiniz?'' diye sordu.

Sahabeler O’na; ‘'tabi kabul ederiz, önem vermediği için onu çöpe attılar.'' Diye cevap verdiler. Bunun üzerine Peygamberimiz sahabelere buyurdu ki; ''Nefsimi kudreti elinde tutan Allah'a yemin ederim ki, Allah katında dünya, şu koyun leşinin sahibinin gözünde olduğundan daha değersizdir. Eğer Allah katında dünya bir sivrisinek kanadı kadar değer taşısaydı, ondan kâfirlere bir içim su biler vermezdi.’’

Sonrasında yine Musa Bin Yesar’dan rivayetle;

‘’Ulu Allah’ın yarattıkları içinde en nefret ettiği varlık, dünyadır, yarattığından beri onun tarafına hiç bakmamıştır.’’

''Efendim bağlamından koparmayalım, orada ahretin önemini vurguluyor vs.'' diyenler olabilir lakin bu gibi şuursuz rivayetleri benim aklım almıyor. ‘’Tefekkür’’ kitabında doğayı canlıları, Allah'ın yarattı güzellikleri düşünmenin faziletini ele alan Gazali burada: ‘’Ulu Allah’ın yarattıkları içinde en nefret ettiği varlık, dünyadır, yarattığından beri onun tarafına hiç bakmamıştır.’’ Gibi ahmakça bir rivayeti öne sürmekte beis görmüyor. Yani ahret hayatının önemini anlatmak için illa mekânla bitişik ve mekâna muhtaç olan insanın dünyasını önemsizleştirmek mi gerekiyor. Yeri geldiğinde Allah'ın insana şah damarından yakın olduğunu söyleyeceksiniz yeri geldiğinde de Allah'ın yarattığı dünyadan nefret ettiğini, onun tarafına bile bakmadığını dillendireceksiniz. 

Tanrı insani biçimde düşünen duyguları olan bir varlık mıdır ki ortaya koyduğu eserden iğreniyor, yüz çeviriyor?

Ben buradan şunu anlıyorum ki Gazali bu kitabı, ''Tefekkür'' kitabında anlattığı avam tabakası için derlemiş. Avam tabakasının, ‘‘Allah'ın zatını düşünmesi’’ meselesini, güneşe bakmaya çalışan yarasaların duruma benzetiyordu. ‘’Kimi yetkin âlimlerin Allah'ın zatına bakışını ise insanların güneşe olan bakışına’’

Tartışmasız Kendisi’de o bahsettiği yetkin âlimlerden yalnızca bir tanesi, Ben de şöyle bir benzetme yapmak istiyorum:

Güneşi Tanrıya benzetecek olursak ve bu kitap özelinde rivayetleri okuduğumda, kendimi bir mağaranın dibinde ve ışığa muhtaç bir halde hissediyorum. Kimi âlimler, mağaranın ağzına dikilmiş, güneşin tüm ışığını kapatarak, bilerek veya bilmeyerek hakikat yerine rivayetleri, hurafeleri, şuursuz ve en ufak bir sorgulamada imanlarından olma korkusu yaşayan müritleri aracılığıyla akıldan yoksun bir dini anlayışı yayma işlevini görüyorlar. Bu şuursuz kitle, düşünmekten korktuğu gibi, etrafındakilerin de sorgulamasına engel teşkil ediyor.

Kitapta geçen hangi rivayete göz atsak elimizde kalıyor.

sayfa 102 ve 103'de ‘’Emanet ve Tövbe’’ konu başlığında bir adam, Hazreti Peygambere çok büyük bir günah işlediğini söylüyor. Kendisini şeytanın dürttüğünü ve ölü bir cariyenin ırzına geçtiğini, bunun üzerine cariye dirilerek: ‘’ey delikanlı yazık sana! Mazlumun hakkını zalimden alan Allah’tan utanmıyor musun? Beni ölüler arasında çıplak ve Allah katında cünüp bıraktın.’’ diyor. Peygamber delikanlıyı huzurundan kovuyor ve sonra Cebrail Peygambere delikanlıyı niye kovduğunu, hâlbuki Allahın o delikanlıyı affettiğini söylüyor.

Benim ‘’kul hakkı’’ anlayışımla bu hikâye birbiriyle örtüşmüyor. Allahın bağışlayıcılığının büyüklüğünü anlatıyorsunuz ama büyük bir adaletsizliği göz ardı ederek. Hikâyede, ‘’Mazlumun hakkını zalimden alan Allah’tan utanmıyor musun?’’ diyerek tecavüzcüsüne hesap soran mazlum cariyenin hakkını zalime geçirmiş olmuyor musunuz? Dindar zihinlerde üzerinde en fazla durulan ‘’helallik’’ meselesi bir tövbe hikâyesi uyduralım derken nasıl bir çırpıda kenara itilebiliyor?

Bu gibi hikâyelerin toplumu getirdiği noktaya bakacak olursak; zühtlükten, miskinlikten, basiretsizlikten, ahlak noksanlığından başka ne görebiliriz? Bolca fakirlik övüncü, dünyayı dışlama eğilimi görüyoruz. Hayli uzun uzadıya tartışılabilecek bir mesele ama dinde şöyle de bir damar var ‘’Ebu Zerr’’ bir sahabe: "Aç sabahlayıp da isyan etmeyip kılıcına davranmayanın aklına şaşarım" der kararlılıkla ve akılla… Ebu Zerr, dini özüyle içselleştirerek, aklını kullanarak kalbine ulaşır.

Hüseyin Atay’ın ‘’Kuran’a Göre Araştırmalar V’’ kitabında ifade ettiği Müslüman kimliğine örnektir Ebu Zerr. Hüseyin Atay akıl ve kalbin ayrımını şöyle ifade eder kitabında;

‘’Kalp aklın kontrolünde olmalıdır. Eğer akıl, kalbin ve duyuların kontrolünde kalırsa, kalp insanı yanıltır. Bu durumda insan yanlışını bulamaz, her zaman bir hava içinde olur, kalp sübjektif çalışır. Ama akıl, objektif çalışır ve kendi yanlışını bulabilir, kendisini düzeltir. Bunun için İslam akla dayanır, bu dayanağına güvenir ve onun her zaman sağlıklı çalışması için gereken maddi ve ruhi ihtiyaçları sağlamayı zorunlu farz kılar.’’

Nitekim akıl, her ne koşulda olursa olsun hakikati gün yüzüne çıkartabilme kudretine sahiptir. İster Ebu Zerr’in dilinden dökülsün isterse de Karl Marx’ın…

 

*Kalplerin Keşfi/İmam-ı Gazali - Çelik Yayınevi

*Kur'an'a Göre Araştırmalar V/Hüseyin Atay - ATAYY yayınları




Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

"Rashomon ve The Last Duel" Filmlerinde Bakış Açısı ve Özdeşleşme Meselesi

Kötülüğün Sıradanlığında "The Zone of Interest" Filmine Bakış

İyi ve Kötü Üzerine